E. General Fatih Bengi

Mustafa Kemal'in Stratejik Görüşü ve Liderliği

E. General Fatih Bengi

TÜRK ULUSUNUN VE SÖMÜRGELERDE TUTSAK İNSANLIĞIN ÖZGÜRLÜK, BAĞIMSIZLIK UMUDU 19 MAYIS 1919


XVII. yüzyılın sonlarından itibaren başlayan Osmanlı Devleti’nin paylaşılması ve parçalanması yönündeki çabalar, 10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması’na kadar devam etmiştir. Rusya ve Avusturya’nın başlattıkları sözü edilen bu çabalara sonradan İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya gibi devletler de dâhil olmuşlardır. Batılı bu devletlerin, Osmanlı Devleti’ni parçalama ve paylaşma amaçlarını gerçekleştirmeye yönelik niyetleri, 1815’de Viyana Kongresi'nde “Şark Meselesi” adıyla bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmış ve Osmanlı Devleti'ndeki Müslüman olmayan unsurların himayesi için kullanılan “Şark Meselesi” tabirinin anlamı genişlemiştir. Batı'nın önemli güç ve avantajlara sahip olduğu bir dönemde “Türkler silinmelidir, hatta küre-i arzdan kaldırılmalıdır.” sözleri de sarf edilmekte idi.
1914 yılı başlarında Osmanlı Devleti için İngiltere veya Almanya safında savaşa girmekten başka çare kalmıyordu. Tarafsız kalmak kabul edilebilir bir fikir olarak ortaya konmuşsa da bu fikrin tatbiki zor, hatta imkânsızdı. Osmanlı Devleti’nin İtilâf Devletleri nezdinde ittifak arayışına karşılık, İtilâf Devletleri de “cenazeyi sırtımızda taşımanın anlamı yok” diyeceklerdir. Balkan bozgunundan çıkmış bir orduyu ittifaklarına alıp da ne yapacaklardı? İttihat ve Terakki yöneticilerine göre “İngiltere ile Rusya’nın yayılmacı emellerine set çekmek için savaşa girmek âdeta kaçınılmaz bir durumdu. İtilâf Devletlerine nispetle iktisadî ve siyasî üstünlüğe sahip olan Almanya, savaştan ancak zaferle çıkabilirdi. Tabiatıyla zafer günü de Türkiye mükâfatlandırılacaktı.”
Almanya’nın savaşı kaybedebileceği ihtimali düşünülmeden Türklerin son yüzyılda kaybettiği vatan topraklarını geri almak, Rus İmparatorluğu’nu parçalamak ve büyük bir Türk devleti kurmak fikrinin hâkim olduğu psikoloji içerisinde Birinci Dünya Savaşı’na girilmişti. Birinci Dünya Savaşı’na girilmekle büyük kayıpların yanı sıra âdeta devletin sonu gelmiş, şartlar son derece zorlaşmıştır.
Troya’ya saldıran ordunun Yunan Kralı Agamemnon’un adını taşıyan zırhlıda, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması'yla Osmanlı Devleti yenilgiyi ve teslimiyeti kabul etmiştir. Hemen ardından 13 Kasım 1918’de çok aşağılayıcı biçimde İstanbul işgal edilir. Aşağılayıcıdır, çünkü Sultan’ın saraydan çıkması istenir, orada işgal komutanının oturacağı bildirilir. İşgali  izleyen günlerde Türkler sokak ortasında dövülmeye başlanır, kadınlar saldırıya uğrar… Ardından 15 Mayıs 1919’da İzmir işgal edilir. İlk kurşunu Gazeteci Hasan Tahsin sıkacak, orada şehit düşecektir. 
Mondros Mütarekesi'nin 7. maddesi ile müttefikler güvenliklerini tehdit edecek bir durum olduğunda herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkını elde etmişlerdi. İtilâf kuvvetlerinin gayelerine uygun bir şekilde Osmanlı ülkesini işgale başlamaları, onların bu mütarekenin hükümleri ile yetinmeyeceklerini ve birbirleriyle imzaladıkları ikili ve gizli anlaşma hükümlerini uygulayacaklarını açıkça göstermekteydi.
Mustafa Kemal, 1905’te kurmay yüzbaşı olarak Şam’da bulunan V. orduya katılacağı sırada Beyrut’taki arkadaşlarına şunu söylemekte idi: “Asıl mesele yıkılmak üzere olan İmparatorluk'tan bir Türk devleti çıkarmaktır." Mustafa Kemal, 1907’de özetle şu görüşleri ifade ediyordu: “Meşrutiyet, köhneleşmiş ve insicamını kaybetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun gövdesi üzerinde değil, aksine Türk çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerinde, düşmanların yani büyük devletlerin yapacağı bir tasfiye yerine, kendi başına bir Türk devleti kurmalıdır. Nüfusun yarısı Türk olmayan ve hâlbuki geniş bir saha işgal eden devletin bütün varlığı ve müdafaası “Türk’ün omuzlarına yüklenmiş, Hristiyan azınlıklar ise yalnız kendi çıkarlarını sağlamakla kalmıyor, komşu ve aynı ırktaki devletlerle birleşmek için fırsat kaçırmak istemiyorlar. Geriye kalan Türkler ve Araplar, ayrı ayrı devletlerin sömürgeleri haline getirilecek, Türk’ten başka unsurlar, düşman devletlerin tarafını tutacaklar.Şu halde devlet gövdesinin çökmesiyle hâsıl olacak enkazın altında ezilip perişan olmak mı, yoksa çoğunluğu Türk olan millî sınırlara çekilerek burasını mı savunmak daha doğru ve hayırlı olacak? Ben selâmeti ikinci fikrin tatbikinde görüyorum.”
Mustafa Kemal’in Birinci Dünya Harbi’nden kısa bir süre önce ileri sürdüğü isabetli fikirler, Osmanlı Devleti’nin son on yılında iktidara sahip İttihat ve Terakki hükümeti tarafından başarılı bir şekilde tatbik edilebilseydi, devlet daha o zaman kurtarılabilirdi. Tarihin akışını anlamayan İttihat ve Terakki liderleri bu cesareti gösteremediler.
Mustafa Kemal, Bağımsızlık Savaşı tasarısını, kısa süre önce bulunduğu Suriye, Adana cephesinde örgütler ve düzenler. İstanbul’dan verilen buyruğa karşın, birliklerini işgalcilere teslim etmeyi reddeder. Bunu onurlu, kabul edilir bulmadığını, işgal ordusuna yardımcı olmasını buyuran Sadrazam-Erkânı Harbiye Reisi İzzet Paşa’ya çektiği telgraflarla ağır bir dille açıklar. Oradaki görevi Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı'dır. O koşullar içinde doğruları söylemek, yazmak için rütbenin bir öneminin olmadığını bilir. O sağlam kişiliği önceki yıllarında da aynıdır, izleyen yıllarda da aynı kalacaktır.Görev yeri İstanbul’a alınır. 
Kafkaslarda bulunan 9. Ordu lağvedilerek 15. Kolordu haline getirilmiş, Kâzım Karabekir Paşa’nın komutasına verilmişti. Kâzım Karabekir Paşa’da İstanbul’da Mustafa Kemal Paşa ile görüşüp, ona fikirlerini söyledikten sonra giderek bu Kolordu'nun başına geçmişti. Öte yandan İtilâf Devletleri, Mondros Mütarekesi'nin hükümlerine riayet etmemişler, askerî kuvvetlerini ve donanmalarını İstanbul, Adana, Urfa, Maraş, Antep, Antalya, Konya, Samsun ve Merzifon gibi devletin önemli merkezlerine göndererek, işgal hareketini başlatmışlardı.
İşgalle birlikte Türkiye’nin her bölgesinde direniş hareketleri başlar. Direnişi gösterenler kimi subayların, yerel yöneticilerin komutasındaki küçük birlikler, bundan da çok yerel silahlı çetelerdir. Ancak bu direniş odakları, mücadelelerini, zaman zaman duyurulan “hakların savunulması” (müdafaayı hukuk) bildirilerine dayandırırlar. Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyetleri böylelikle oluşturulmuştur. Her ne kadar bilinçli bir direniş hareketi niteliği taşısa da dağınıklığı, bir merkezden ve düzenli ordu yapısında örgütlenmeyişleri başarının önünde önemli engeldir.
Mustafa Kemal Paşa İstanbul’daki altı ayını başta Sultan Vahdettin olmak üzere, devlet yetkilileriyle görüşme, onları bir direniş planı ve uygulaması çevresinde birleştirme olanaklarını aramakla geçirir. Mustafa Kemal, dönemin en önemli komutanlarından biridir. Ülkeyi Birinci Dünya Savaşı'na sokan İttihatçılara, onların politika ve tavırlarına karşıdır. İstanbul’da iken yaptığı görüşmelerde padişah ve hükümetin yakın çevresinde, güven verici bir izlenim bırakmıştır. Mustafa Kemal ve arkadaşları Anadolu’ya geçişin anlam ve önemini, bu geçişle başlayacak asıl görevin ne olduğunu bilmektedirler. Mustafa Kemal devletin içinde bulunduğu durumun muhasebesini yaparak, üstleneceği görevlerde problem çıkmamasına büyük bir itina ve çaba gösteriyordu. Sonuç alamadığını görünce, arkadaşlarının da desteğiyle, olabildiğince geniş yetkilerle,  Anadolu’da bir görev sağlama amacına yoğunlaşır. Sonunda yetkiyi 9. Ordu Müfettişi olarak alır.
Mustafa Kemal’in ve birkaç arkadaşının dışında kalanlardaki yaygın kanı, işgal orduları rahatsız edilmez, sularına gidilirse daha fazla sorun yaşanmayacağı yönündedir. Mustafa Kemal’in görevlendirme gerekçesinde de bu görülür. İngilizler Karadeniz Bölgesi'ndeki Türk direnişinin engellenmesini istemişlerdir. Gerçekte ise Karadeniz’deki Rum köylerinde oluşturulan çeteler, Türk köylerinde kıyımlar yapmaktadırlar. Türkler ise kuşkusuz direneceklerdir.
İşte, Osmanlı Devleti topraklarının savunmasında Libya’da, Filistin’de, Kafkas cephesinde, Suriye cephesinde… canını dişine takmış, görev yapmış, Çanakkale Kahramanı Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919’da bu koşullar içinde Anadolu’ya çıkıyordu. Gelecekte, günlerce Meclis kürsüsünden okuyarak kitaplaştıracağı ünlü Söylev’inin girişinde de şiirsel dille çizeceği manzara budur. Dolayısıyla ya bu güzel halkın başına geçip, ona önderlik edecek ve  Bağımsızlık Savaşı başlatılacak, zafere ulaşılacak ya da onurluca, son savaşçıya kadar savaşılıp ölünecektir. “Ya bağımsızlık ya ölüm!”     
1878 yılında İskoçya'nın Glasgow şehrinde inşa edilen Bandırma Vapuru, uzun yıllar diğer ülkelerde hizmet vermiş, Osmanlı Devleti'nin sancağına geçtikten sonra "Panderma" adını almış, 1910'da da bildiğimiz Bandırma adına kavuşan emektar bir gemiydi. 16 Mayıs 1919'da İstanbul'dan başlayan yolculukla tarihe geçeceğini o zamanlar muhtemelen kimse tahmin edemezdi.
Bandırma Vapuru Karadeniz'deki ilk seferinde tarihi bir yolcu taşıyacaktı. Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı'ndan yeni çıkmış, büyük kayıplar vermiş bir durumdaydı. Devletin en kullanışlı ve yolculuğa en elverişli gemilerinin hemen hepsi ya savaş sırasında kaybedilmiş ya da sonrasında Almanya'ya bakıma gönderilmişti. Bandırma Vapuru, modern imkânlarla üretilmiş, ama risklerinden dolayı o tarihe kadar Karadeniz'e çıkmasına izin verilmemiş bir gemiydi. Marmara Denizi'nde yük ve yolcu taşımakla görevliydi.
Yolculuğun hazırlıkları, 16 Mayıs'a kadar Mustafa Kemal Paşa'nın Şişli'deki evinde sürdü. Kaptan olarak, Karadeniz'i iyi tanıyan İsmail Hakkı Kaptan görevlendirilmişti. Paşa kaptandan gemi ile ilgili detaylı bilgiler alarak rotayı planlarken Bandırma Vapuru 16 gün boyunca yolculuğa hazırlandı. Vapur tarihi yolculuk öncesi Kız Kulesi açıklarında bekliyordu. Rotanın kıyıya yakın ilerlemesi ve bir tehlike durumunda Sinop'a yanaşması planlandı.
Mustafa Kemal Paşa, yolculuk günü Şişli'deki evinden çıktı, annesi Zübeyde Hanım ve kardeşi Makbule Hanım ile vedalaştı, Kız Kulesi yakınlarında bekleyen vapura ulaştı. Paşa'ya yolculukta eşlik edecek 25 er ve erbaş, 8 müşavir ve kâtip, 21 gemi personeline ek olarak 22 kişiden oluşan karargâh dâhil toplam 76 kişilik bir yolculuk olacaktı.
Paşa'nın resmî görevi Samsun ve çevresindeki isyanları denetlemek olsa da İngilizler yolculuğa şüphe ile yaklaşıyorlardı. Hatta vapurun yolda batırılacağı istihbaratı gelmişti ve Sinop'a yanaşma alternatifi de bu yüzden oluşturulmuştu. İngiliz askerlerinin vapurda arama yaptıkları sırada Mustafa Kemal Paşa, "Ne ahmaklık! Silahla cephane arıyorlar. Biz ise kafamızla inancımızı götürüyoruz." demişti.
Yolculuğun sabote edilmesi ile ilgili şüpheler doğru çıktı. Bandırma Vapuru 16 Mayıs günü Boğaz'dan ayrıldıktan kısa süre sonra bir İngiliz destroyeri gemiyi geri çevirmek veya batırmakla görevlendirilerek peşinden gönderildi. Vapur bu takipten, planladığı rotadan saparak kurtuldu. 18 Mayıs'ta geçici olarak Sinop Limanı'na sığınıldı. Buradan karadan devam etme alternatifi konuşuldu ama gemi, tehlike azaldıktan sonra tarihi yolculuğa devam etti.
19 Mayıs sabahı Bandırma Vapuru, Samsun'un Dil İskelesi açıklarına demir attı. Vapurdan ayrılan bir taka, Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşlarını iskeleye taşıdı. Tüm engellere ve imkânsızlıklara rağmen bu tarihi yolculukla Kurtuluş Savaşı'nın bir anlamda ilk adımları atılmış oldu. Ama asıl yolculuk işte o gün başladı.
Bandırma Vapuru ise 2005'ten bu yana müze olarak hizmet veriyor.19 Mayıs 1919’da Samsun’a ulaşan Bandırma Vapurundan Anadolu’ya çıkan yalnızca bir gurup öncü insan değildi, Türk ulusunun ve sömürgelerde tutsak insanlığın özgürlük, bağımsızlık umuduydu. İşte Mustafa Kemal ve bir küçük adanmış topluluk olan savaşçı arkadaşları adeta güzel bir halıyı dokurcasına ilmek ilmek bağımsızlık gerçeğini ve kutlu amacını dokudular. Bu başarıdır ki Türkiye halkını ‘’ulusa’’ dönüştürdü, manda isteklerini çöpe attırdı.
Atatürk, Nutuk’ta “1919 yılı Mayıs'ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş: Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu topluluk, genel savaşta yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış, Büyük harbin uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir halde…”diye başlayıp durum tespitinde bulunduktan sonra düşünülen kurtuluş çarelerini sıralayarak şunları söyler:
 “Efendiler, ben bu kararların hiçbirini yerinde bulmadım. Çünkü bu kararların dayandığı bütün deliller ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkesi tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son sorun bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktan başka bir şey değildi; Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı,
Padişah, halife, hükümet bunların hepsi anlamını yitirmiş bir takım sözlerdi… Sağlam ve gerçek karar… Millî egemenliğe dayanan tam bağımsız, yeni bir Türk devleti kurmak… Ne denli zengin ve gönenmiş Olursa olsun bağımsızlıktan yoksun bir millet, uygar toplumlar karşısında uşak durumunda kalmaktan öteye gidemez… Aşağılık durumuna düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir emir veren getirmeleri hiç düşünülemez. Türk’ün onuru, kendine güveni ve yetenekleri, çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Anadolu’yu baştan başa yakan ateşin üzerine oturduğu felsefî temel,yalnız yedi devlete karşı değil, yere ,göğe, talihe, kadere karşı bile isyan etmek;  namussuz ve zilletle yaşamaktansa namuslu ölmek idi.
Mustafa Kemal Paşa’nın Temmuz 1919’da istifa ettikten bir buçuk ay gibi kısa bir süre içerisinde yaptığı faaliyetler ve verdiği mesajlar, başta İngilizler olmak üzere istilâcı devletlerin bütün hesaplarını bozacak bir niteliktedir. Havza’ya, Amasya’ya geçen Mustafa Kemal, görevi dışında ülkenin değişik yerlerinde cereyan eden olaylarla ilgilenmeye, bildiriler yayınlamaya, yazışmalar yapmaya başlamıştır , 28 Mayıs 1919’da Havza’dan bütün memlekete, kumandanlara, mülkî amirlere, millî teşkilât kurmaları, miting tertip etmeleri yolunda şu tamimi göndermiştir: “İzmir’in ve maalesef bunun arkasından da Manisa ve Aydın’ın işgali, gelecekteki tehlikeyi daha açık olarak sezdirmiştir. Yurt bütünlüğümüzün korunması için, milletçe gösterilen tepkinin daha canlı ve sürekli olması gerekir. Yaşayışımızda ve millî bağımsızlığımızda gedikler açan işgal ve ilhak gibi olaylar, bütün millete kan ağlatmaktadır. Istıraplar dindirilemiyor. Sindirilmesi ve katlanılması mümkün olmayan bu duruma derhal son verilmesinin bütün medenî milletlerle büyük devletlerin adalet ve nüfuzundan sabırsızlıkla beklendiğini göstermek maksadıyla önümüzdeki hafta içinde ve çeşitli illere göre, pazartesi başlayıp çarşamba günü müracaatın arkası alınmak üzere, büyük ve heyecanlı mitingler yapılarak millî gösterilerde bulunulması, bunun bütün kasaba ve köylere kadar yaygınlaştırılması, bütün büyük devletlerin temsilcileriyle Babıâli’ye etkileyici telgraflar çekilmesi, yabancıların bulunduğu yerlerde- yabancılar da etki altına alınmakla birlikte- düzenlenen millî gösterilerde terbiye ve ağırbaşlılığın titizlikle korunması, Hıristiyan halka karşı saldırı, gösteri ve düşmanlık gibi tavır ve davranışlardan sakınılması zaruridir. Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Mustafa Kemal Paşa’nın doğrudan millet adına hareket eden ciddi bir lider olarak ortaya çıktığı görülmektedir.21-22 Haziran 1919’da yayınlanan Amasya Tamimi'nde " y
Yurdun bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir.” denilerek alarm işareti verilmekte, İstanbul Hükümetinin aczi ortaya konulmakta ve böyle bir durumun milletimizi yok olarak tanıttırdığı açıklanmaktadır. “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” parolası ile millî egemenliğe ve millî bağımsızlığa yer veren bu ilke, daha sonraki tarihî gelişmelerle Türk devleti için bir temel ve dayanak olacaktır. Tamim, bütün ülkeyi içine alacak bir kuruluşu öngörmekte ve bu amaçla bir kongrenin toplanması gereğini belirtmektedir. Millî Mücadele başladıktan sonra millî bir devletin kurulması ile ilgili görüş ilk defa Erzurum Kongresi'nde kabul edilip Sivas Kongresi'nde genişletilerek, 28 Ocak 1920’de Meclis-i Mebusan tarafından Misak-ı Millî olarak kabul edilmiş ve onaylanmıştır. Dolayısı ile Misak-ı Millî, Millî Mücadele'nin siyasî ve askerî hedeflerini gösteren bir belge olmuştur.
19 Mayıs 1919’da teşkilatlanan Türk İstiklâl Savaşı, millî bağımsızlığı eyleme dönüştürerek; geri kalmışlığı, sömürüyü yok ederek; toplumu bütünüyle geliştirme, tam anlamıyla bağımsızlaştırma, çağdaşlaştırma ve demokratikleştirme amacıyla başlatılmıştır. Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919' da Samsun’a çıktığı gün üstlendiği görevin asıl ruhu, tam bağımsızlıktı. Tam bağımsızlık, malî ekonomik, adlî, askerî ve bunlar gibi her konuda bağımsızlık ve özgürlük demekti. Bunların herhangi birinde, bağımsızlıktan yoksun olma milletin ve ülkenin gerçek anlamda tam bağımsızlıktan yoksun olması anlamına gelmektedir.
Mustafa Kemal milletinin, ülkesinin ve insanının yapısını (sosyal psikolojisini) bütünüyle kavramakla birlikte dünya şartlarını, bu şartları oluşturan milletlerarası ilişki ve çelişkileri iyi bilmekte idi. Milliyetçiydi, başını çektiği, teşkilatlandırdığı savaş Türk İstiklâl Savaşı'ydı.19 Mayıs1919 tarihinde başlatılan savaş, sadece “Ata Yurdu” denilen ülkeyi ele geçirmek, aralarında paylaşmak isteyen sömürgecilere karşı yürütülecek bir savaş değildi. Onlarla birlikte onların ülkedeki işbirlikçilerine, millî mücadele ve tam bağımsızlık savaşı boyunca bütün toplumsal, kültürel, ekonomik engellere ve bu engellerin güçlü kesim ve kişilerine karşı yürütülecek bir savaştı.19 Mayıs 1919; Mustafa Kemal’in milletine güvenerek, inanarak yapacağı işleri “millî bir sır” gibi saklayarak; inanç ve düşüncelerini safha safha gerçekleştirmek kararıyla göreve atıldığı gündür.19 Mayıs 1919 ; yıkılan, çok unsurlu bir İmparatorluk'tan yeni, millî bir Türk Devleti'nin hayat bulacağı mümtaz bir tarihtir.
Milletlerin tarihlerinde onların kaderlerini değiştiren, geleceklerini aydınlatan, tüm toplumu köklü bir değişime ve gelişime, yeni bir yapı ve oluşuma yönelten önemli olaylar ve tarihler vardır. Bu tarihler ve olaylar eğer, bir büyük inkılâbın, parlak bir geleceğin, başlangıcı olabilmişlerse gittikçe önem kazanarak bayramlaşır ve kalıcı hale gelirler. İşte 19 Mayıs 1919 tarihi, onursuz ve zillet altında yaşamaktansa onurluca ölmenin esas alındığı,  kendisinden sonra cereyan eden olaylar zincirinin başlangıcı olan, karanlık bir dönemde aydınlık bir tarihtir.
Atatürk, uluslararası anlayış, iş birliği, barış yolunda olağanüstü çaba göstermiş bir lider; olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş bir devrimci;  sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder;  insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşi olmayan bir devlet adamı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur. Çöküntü halinde bulunan bir İmparatorluk'tan özgür Türkiye’nin doğması ve o zamandan beri ayakta kalması onun liderliği sayesinde olmuştur. Eski, yıpranmış bir toplumdan yepyeni, güçlü bir millet yaratmış, eşsiz kişiliğiyle kendini tüm cihana saydırmış, enerjisiyle herkesi kendine inandırmıştır. Kendisinin tarihî büyüklüğü, eseri olan Türkiye Cumhuriyeti'ne bakılarak bugün de ölçülebilir. Çelik gibi azim ve gayreti, uzağı gören aklı ve öngörüsü ile birleşerek, Anadolu’nun en uzak ve ıssız köşesindeki köylere bile başka bir ruh aşılamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken  milli bir Türk Devleti’nin kuruluşu bu çağın en şaşırtıcı başarılarından birisidir. Atatürk, yüce bir eser ortaya koymuştur. Atatürk’ün parlak başarısı bütün sömürgeler için bir örnek olmuştur. Atatürk, şahsiyet ve yeteneğin dev gibi bir simgesi; o, yirminci yüzyılın en görkemli olayını yaratan lideridir.
Millî Mücadele’yi başlatmak üzere Samsun’da Anadolu topraklarına ayak bastığı 19 Mayıs 1919 tarihinin önemi nedeniyle de 19 Mayıs’ı Türk gençliğine armağan etmiştir. Gençlik kavramı genel anlamda fikirlerdeki yeniliği anlatmaktadır. Atatürk “Gençler, benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi üstlenen gençler, bir gün bu memleketi sizin gibi beni anlamış bir gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnun ve mesudum.” derken Türk gençliğine olan güvenini de anlatmıştır. Bütün bu nedenlerden ötürü; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında yaşanan zorlukları her zaman göz önünde tutarak ve 19 Mayısları, Atatürk’ün emanetine daima sahip çıkarak mutlaka kutlamalıyız.
                                                                                                          

Yazarın Diğer Yazıları