
Yanıyoruz…
Doç. Dr. Birol Azar
Yanıyoruz…
Her yaz güzel ülkemiz alevlere teslim oluyor, zaman değişiyor, mevsimler değişiyor, içtiğimiz içecekler, yediğimiz yemekler değişiyor, isimlerimiz değişiyor, fikrimiz, zikrimiz, hevesimiz, tuttuğumuz takım, yaşadığımız yer değişiyor dünya dönüyor her şey her bir zerre hareket halinde ama değişmeyen şey zihniyetimiz.
Ormanlarımız her yaz cayır cayır yanıyor, toprağımız gidiyor ayaklarımız altından, bin bir çeşit canlı türümüz yok oluyor. Bize öte taraf için yemyeşil yerler akan nehirler vaat ediliyor. Bu zihniyetle velev ki cennette gittik orayı da yakmaz mıyız nehirlerini kurutmaz mıyız zeytinliklerini kesip maden aramaz mıyız?
”Orda çalışmak zorunda değiliz ki”diyecekler bu zihniyetle zevkine bile yaparız. Ne işimiz var cennette zaten cennet vatanımızı viran etmedik mi?
Orhun Yazıtlarında Türk Milleti önceden tedbir almaz felaket geldikten sonra tedbiri düşünür yazar. O yazıtlar 8. Yüzyılda yazıldı ve hala aynı kafadayız hala şunu yapacağız bunu yapacağız çizgisinden çıkamadık. Esasında içinde bulunduğumuz duruma şaşırmamak gerek. 1980’li yıllarda okullarda öğrenci kolları vardı. Yangın kolu ile Sivil Savunma kolu onlarca kol arasında yer almasına rağmen hiçbir öğrenci isteyerek seçmez, sessiz, uysal çocuklar bu kollara itilirdi bu kol öğretmenleri de zaten hasbelkader atanmışlardı. Mevzuat yerine getirilir kollarda kola ait bilgi verilmez “mış gibi”yapılırdı, uygulama ise hak getire…
Her çocuk spor koluna girmek için uğraşır adeta çarpışırdı böyle olmasına rağmen sporda da bir başarı gelmezdi.
İyi de biz neydik nasıl bir canlı türüyüz ki hayata dönük hiçbir şeyi doğru dürüst yapamıyoruz.
Yeteneksiz miyiz, yerleşik düzene mi geçemedik? Sanki hayatta önceliklerimiz farklı yanan ağaçmış yansın, ezilen kediymiş ezilsin kedi-köpekleri bile daha yeni yeni canlı kategorisine aldık. Halbuki eski inanç sistemimizde canlı-cansız her şeyin ruhu olduğuna inanarak saygı gösterilir. Ağaçla söyleşilir, suya derdimizi anlatır, ihtiyacımızdan fazlasını avlamaz bir yere girerken selam verir iyeleri memnun etmeye çalışırdık. Bugün hala bazı eşyalarımızı kaybettikten sonraki hayıflanmalarımız evin yuva olması arabamızı satarken veda etmemiz onlara isimler verip canlıymış gibi davranmamızın kökeninde bu vardır.
Güzel ülkemiz gittikçe çölleşiyor kimsenin umurunda değil tarım arazilerini imara açıyoruz, tabiatı kirletip altını üstüne getiriyoruz nehirlerimiz kurudu, sıcaklıklar normalin üstünde hep seyretmekte iklim kanunları çıkartılmakta, mevzuatlar değişmekte bakanlıkların adı yenilenmekte ama biz İsrail’i kınar gibi tabiata da “mış gibi”yapmaktayız.
Doğayla mücadeleyi doğayı yenmek olarak anlayan bir toplum için sonun gelmekte olduğu fikri bile ancak kahkaha sebebi olabilir. Düşünsenize uçsuz bucaksız tarıma elverişli arazileri imara açılıp üzerine başka kurumlar çökmesin diye binalar dikip geleceğimizle oynuyoruz. “Elinizde bir ağaç fidanı varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile, eğer onu dikecek kadar vaktiniz varsa, mutlaka dikin. Kim ağaç dikiminde bulunursa, onun için ağaçtan hasıl olan ürün miktarınca Allah sevap yazar. Her kim boş, kuru ve çorak bir yeri ihya edecek olursa, bu amelinden dolayı Allah tarafından mükâfatlandırılır. İnsan ve hayvan ondan faydalandıkça orayı ihya edene sadaka yazılır. Bir kimse bir ağaç dikse, o ağaç meyve verdikçe sevabı ona yazılır. Müslümanlardan bir kimse bir ağaç dikerse, o ağaçtan yenen mahsul mutlaka onun için sadaka olur. Yine o ağaçtan çalınan meyve de o Müslüman için sadaka olur. Kuşların yediği de sadakadır. Herkesin ondan yiyip eksilttiği mahsul da onu diken Müslümanlara ait bir sadakadır. Kişi kabirde bile olsa yedi şeyden meydana gelen sevap devamlı olarak kendisine ulaşır: Öğretilen ilim, halkın yararlanması için akıtılan su, açılan kuyu, dikilmiş ağaç, yapılan mescid, okunmak üzere bağışlanan Kur’an ve ölümünden sonra kendisine dua edecek evlat.” Hadisler yüzler yıl öncesinden sorunun tespitinin yapıldığını ve çözüm sunulduğunu açıkça göstermekte ağaç dikmenin faydaları dini bağlamda ele alınarak teşviğin etkinliği artırılmaktadır.
Türk inanç ve inanışlarında bambaşka bir yerdedir ağaç.
Yeryüzü, gökyüzü ve yeraltını yani üç farklı boyutu birbirine bağladığına inanılan ağacın, tüm kültürlerde özel bir yeri vardır. Şekli yani dalları, gövdesi ve kökleriyle Türk mitolojisinde çeşitli anlamlar kazanmakta yaratılıştan ölüme kadar her merhalede anlatılarının başrolünde yer almaktadır. Zaman zaman yedi veya dokuza bölünen dallarıyla, kimi zaman da kovuğundan doğan Türklerin atasının eşi kutsal ışıkla Türklerin türeyiş metinlerinin kozmik bir motifidir. Metinlerde bazen kutsal bir rahimdir, kahramanlar doğar ve yaşamın simgesidir. Tanrı’ya kurban sunumlarının yapıldığı spiritüel yolculukların da başlangıç noktasıdır. Kritik geçişlerin kutsal eşiğidir, ruhların göçtüğü/uçtuğu kozmik bir kapıdır. Uzun yaşamın, huzurun, refahın, sükûnetin ve bereketin simgesidir. Eski Türk inanç kültüründe ve şaman memoratlarında yeryüzüne doğru, yeryüzünden de göğe doğru ruh göçlerinin ağaç vasıtasıyla yapıldığı anlatılır. Türk mitolojik anlatılarında Akçam, Karaçam, Kayın, Sedir, Çınar, Ihlamur ve Servi ağaçları en çok isimleri geçen ağaç türlerindendir. Ağaç aynı zamanda devletin kendisi olup mitolojik anlatılarda merkezî otoriteyi simgeleyen bir metafordur. Ata ruhlarının makamı ve hükümdarlık sembolüdür. En eski Türklerde bir kağanın oğlu doğduğu zaman da Anadolu’nun herhangi bir bölgesinde bir çocuk doğduğu zaman da hep bir ağaç dikilir; zamanla da koruluk oluşturulurdu. Çocukla birlikte kendisi adına dikilen ağaç da büyürdü. Anadolu’nun çeşitli yörelerinde yeni doğan çocuklara onlar adına ağaç dikildiği bilinmektedir. Çocuk adına dikilen bu ağacın kaderi çocukla birlikte kabul edilir; onunla birlikte büyür, gelişir. Bugün belki de yapılması elzem olan uygulama bu olsa gerektir.
Yörük ve Türkmenlerde özellikle ulu ağaç dedikleri ağaçları kesmenin, onlara zarar vermenin iyi bir şey olmadığı ve bunu yapana uğursuzluk geleceği inancı hâkimdir. Adlarına ağaç dikilen kişilerin hayatlarını kaybettiklerinde de mezarlarının yanına bir ağaç dikilirdi ki bu da ruhun göçü, dolayısıyla can kuşu/ruhun kuş olup uçmağa gitmesi inanışıyla ilgili eski bir Türk ananesidir. Ağaçlar, saçı saçma geleneklerinin gerçekleştiği kutsal alan ve kansız kurban denilen ritüellerin icra edildiği mekânlar olmaları dolayısıyla Türk kültüründe ayrı bir öneme sahiptirler. Anadolu’nun doğusundan batısına pek çok yerinde yer alan ağaçlara dilek veya adak amaçlı renkli bez (çaput) parçaları bağlanmaktadır. Dede Korkut’ta sıklıkla geçen, “Atam, adını sorar isen, kaba ağaçtır!; babam adını sorar isen, kağan arslandır!”, “Gölgelice kaba ağacın kesilmesin!” görkemli ifadelerinden de anlaşıldığı üzere çok daha derin, köklü, ebedi ve devletli manalarına geldiği görülmektedir.İnançta ve inanışta etrafında birçok hikâyenin anlatıldığı metinlerde ağaç ağaç dersem sana arlanma ağaç! Mekke ile Medine’nin kapısı ağaç, Musa Kelimin asası ağaç, büyük büyük suların köprüsü ağaç, kara kara denizlerin gemisi ağaç şahı merdan Ali’nin Düldülünün eyeri ağaç, Zülfükârın kını ile kabzası ağaç… şeklinde övülen kut verilen kut alınan ağaç zihin körlüğü yaşayan kültüründen habersiz toplumlarda bir nesneden ibaret görülmektedir. Yaş kesenin başını keserim sözünün yasal bir zeminde tekrar yer alması ümidiyle…