
Tarihte Kaçan En Büyük Fırsat
Aytuğ İzat
Tarihte Kaçan En Büyük Fırsat
Çok büyük bir ülke düşünün, genç ve münbit. Nehirler ve göllerle sulanan. Baştan başa ormanlık. Her türlü doğal zenginlikte emsalsiz bir coğrafya. Buzul Çağına kadar (yaklaşık 11-12,000 yıl öncesi) insanın ayak basmadığı bir coğrafya.
Gelsin Buzul Çağı, bu ülkenin Kuzey Kutbu’na yakın bir yerinde bulunan Bering Boğazı buzla kaplanıyor. Bugünkü şekliyle, Boğaz 92 kilometre uzunluğunda, 90 km genişliğinde ve 30-50 m derinlikte. Kuzeyinde Chukchi Denizi (Arktik Okyanusu) Güneyinde Büyük Okyanus var.
Boğazın, büyük zaman aralıklarında gözlenen tektonik hareketlilikten dolayı, tarihin bir sürecinde var olmadığını, her iki kıtanın da birleşik olduğunu düşünebiliriz.
Sibirya kışlağında yaşayan, kendilerine “Turuk” denen, maceraperver, dayanıklı, gözüpek ve bilge avcılar, büyük bir ihtimalle av peşinde seyirtirken, buzlarla kaplı olan Bering Boğazı’nı geçip Alaska ve Kanada topraklarında buluyorlar kendilerini.
İlk avcı gruplarını başkaları izliyor. Farklı gruplar aynı yoldan defalarca geçiyorlar bu yeni ve çok zengin coğrafyaya. Geçenlerin, günümüze kadar yaşattığı, dil başta olmak üzere, kültürel unsurlar kadim Türk kültürüyle büyük oranda örtüşmesine dolayı, tüm göçebelerin büyük ekseriyetinin Türk kökenli olduğunu iddia edebiliriz.
Bir örnek olarak, Yuchi (Uzaklardan Gelenler Kabilesi), Sioux gibi kabilelerde Türk Kültürüyle benzerlikler ve iç-içelikler oldukça yaygın. Ama konumuz o değil.
İklim çok haşin, insanlar çok cesur, inatçı, dayanıklı ve tecrübeli. Pes etmiyorlar. Atlatıyorlar en zalim kışları başarıyla. İklim sakinleşip, ısındıkça, çoğalmaya başlayıp, Güneye doğru yayılıyorlar.
Asırlar boyu, orijinal adı Kaplumbağa Adası olan Kuzey Amerika’ya denizden başka insanların geldiğine dair herhangi bir işarete rastlamadım.
Kıtaya ayak basan ilk kabileler, cesur ve becerikli, onurlarına düşkün, hatta
mağrur insanlardan oluşuyor. Doğanın inceliklerini iyi biliyorlar ve insan, bitki ve hayvanların aynı dili konuştuğu, birbirlerine karşı saygılı olduğu, huzur içinde bir yaşamı başardığı “Duyukta Efsanesine” uyumlu yaşamayı seviyorlar.
Yeni gelenleri de kendileri gibi sözüne güvenilir ve uyumlu sanıyorlar, elbette yanılıyorlardı!
Amerika’nın okyanuslar aracılığıyla keşfi Kristof Kolomb’a kadar beklemek zorunda kalmış (1492). İlk gelenleri karşılayan Amerikan Yerlileri, onlara, bir efsaneye dayanarak kurtarıcı gözüyle bakmış, rahat etmeleri ve kolaylıkla yeni kıtaya uyum sağlamaları için de cömert davranmışlar.
Yeni kıtanın göz alıcı zenginliklerini duyan İspanyol, İngiliz, Fransız, Portekiz gibi sömürgeci ülkeler, deniz seferlerini sıklaştırmış, daha fazla göçmen göndererek kendi hakimiyetlerini Kurmaya çalışmıştır.
Bu devasa kıtada nüfus hakimiyetini kurmak için, genelevler, hapishaneler, gettovari fakir mahalleler boşaltılıp, her türlü hastalıkları ve karakter zaaflarıyla birlikte bu yeni kıtaya gemilerle taşınmış. Hırsızı, arsızı, gözü dönmüşü, sapığı, canisi kim varsa doluşmuşlar Amerika denen bu ülkeye. Yeni gelenler, doyumsuz ve insan dahil her varlığa saygısız, cani ruhlu hilebazlardan oluşuyordu.
Ellerinde olan tek üstün şey, teknolojideki gelişmişlikleriydi. Barutu ateşli silahlar ve toplarla kullanmayı biliyorlardı. Dahası, bulaşıcı hastalık yaymakta battaniyeleri de kullanabiliyorlardı. Kızılderili kabilelerine dağıtılan bu battaniyelerle çok sayıda çocuğun hayatları kısa sürede tükenmekteydi. Medeniyet, Akif’in deyişiyle, bir canavara dönüşmüştü.
Yerliler yiğitti, mertti, cesurdu, güzel insanlardı ama tüm bunlar onların huzur içerisinde yaşamalarına yetmedi. Kabilelere bölünmüş, dilleri bile 600 lehçeye dağılmış halde yaşıyorlardı. Güçlü bir devlet kurmayı akıl edememişlerdi. Teknolojik gelişime ihtiyaç duymuyorlardı, çünkü var olanla yetinmesini biliyorlardı.
Düşmanın devlet tecrübesi vardı, düzenli ordu kullanma ve sömürme becerileri vardı, ateşli silahlarla kitlesel imha hareketlerine yönelecek kadar gözleri dönmüş, vicdan yoksunu mahluklardı.
Dünyada saygın bir kimlikle yaşamak için iyi ve huzurlu bir hayat tarzını benimseyip yaymak yetmiyordu.
Nitekim, yiğit insanlar, çapulculara, genelev çalışanlarına, hapishane canavarlarına, gözü dönmüşlere yenildiler. Gözyaşı Güzergahı soykırımına tabi tutuldular. Üzerinde özgürce at koşturdukları ovalardan, ormanlardan kovalandılar.
Kara ruhlu beyaz ırk onlara cehennemi yaşattı, yaşatmaya devam ediyor.
Bir an için düşünelim: 256 kabileye bölünmüş halde yaşayan, çoğunluğu Türk kökenliler, ortak bir dilde anlaşabilselerdi ve güçlü bir devlet kurabilmiş olsaydı, hele ilim ve fenne yönelip, Osmanlı ile de işbirliği yapabilseydi, dünya tarihi nasıl yazılmış olurdu? Bugün yaşanan rezillikler yaşanır mıydı?
Bölünmüşlüğün faturası hafsalamızı zorlayacak boyutlardadır, maalesef günümüzde de şahsım siyasi partileri, dini cemaatler, ırkçı yönelimler, kamplaşmalar yoluyla yıkım devam etmektedir.!