Aytuğ İzat

KÜRESEL BEKA SORUNU

Aytuğ İzat

Küresel Beka Sorunu​​​​​​​ 

      ​​
Bir devlet oluştursun veya oluşturmasın, tarihsel ve tanımlanabilir köklü bir kültüre sahip her insan topluluğu, kendilerini “daha değerli biz” dışarıdakileri “tehlikeli ve lüzumsuz diğerler” veya, en hafif bir ifadeyle “bizden daha az değerli onlar” diye tanımlama eğiliminde olup, ayrıca, genelde, hayvan veya bitki türünden diğer varlıkların varoluş değerlerini küçümseyen ve onların insana verdikleri hizmet oranında değerlerini dikkate alan “insan odaklı” bakış açılarına sahiptir.
Bu durum, gerçekte, diğerlerinin olumsuz tepkiler üretmesine gerekçe yaratmakta, savunma amaçlı bile olsa, çatışma kültürünü beslemekte, küresel anlamda “beka” sorunlarının temelini oluşturmaktadır.
Genelde farklı devletler ve ilişkiler kurmuş olan bu topluluklar, kendi varoluşlarını tehdit edebilen, çoğunluğu bilgiden yoksun (cehaletten beslenen) bir tavır ve anlayışla, her gerçek veya sanal sorunu “beka sorunu” olarak tanımlayabilmekte, güvenlik stratejilerini oluştururken de, diğer grupları kendi güvenliklerine verdikleri destek veya tehdit açısından değerlendirmektedir.
Her devlet açısından bu yaklaşım o kadar doğal karşılanmaktadır ki, dünyadaki yaşamı toptan yok edebilecek nükleer ve biyo-kimyasal silahlar geliştirilmekte, stratejik güvenlik oyunlarıyla, özellikle bu alanlarda geri kalan toplumların huzur ve güvenliği ile hiçbir vicdani sorgulamaya yer vermeden oynanmaktadır.
Eskiden güçlü krallıklar ve imparatorluklar aracılığıyla yaşam alanlarına tecavüz edilen pek çok toplum tarihten silinmiş veya sömürülenler sınıfına terk edilmiştir. Yeniden bir devlet ortamında toparlanmayı beceren topluluklar ise kendilerinde intikam almak için her türlü yetkiyi görmektedir.
Zulüm, zulüme bahane olmaktadır. Güncel örneği, İsrail’in dünyaya meydan okuyarak uyguladığı vahşi soykırım olarak gözler önündedir.
Hem tarihte, hem günümüzde, güçlü devlet ve onun himayesindeki daha zayıf devletler topluluğu, ne kadar insanlık suçu işlerlerse işlesinler, insan ötesi varlıkları ne kadar acımasızca mahv-ı perişan ederlerse etsinler, daima “dokunulmazdırlar.” Sorgulayanlar elbette vardır, ama yaptırım güçleri çok sınırlı olunca “vicdan yarasına merhem” olamamaktadır.
Elbette tarihin en eski devirlerinden beri bilge insanlar, evrene bütünsel bir bakış açısıyla bakmanın önemini vurgulayıp, yollarını göstermiş ve neticede, Bilge Kağan’ın  732 yılında yayınladığı Türk Töresi’nden esinlenerek geliştirilen Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi yayınlanarak, Birleşmiş Milletler ve benzeri küresel kuruluşlara sahip olabilmiştir.
Ne yazık ki, Birleşmiş Milletler benzeri kurum ve kuruluşlar, zamanın güçlü devletlerinin hakimiyet alanından bağımsız olamadığı için, onların değirmenlerine su çekmeğe devam etmekte, küresel barışın, adaletin, refahın sağlanmasına yeterince destek verememektedir. İmtiyazlı Beş, kendi çıkarları etrafında evrensel sorunları algılayıp, uygun stratejiler geliştirip, uygulamakta, imtiyazsız yüzlerin feryadını hiçe sayabilmektedir.
Ezilenler ve hakları gaddarca gasp edilenler, doğal olarak, öfkelerini şimdilik ve mecburen bastırmakta, bir yanardağ gibi patlayacakları günün ümidiyle yaşamaktadır.
O gün geldiğinde, küresel barış rafa kaldırılacak ve insanlık çok büyük yıkımlarla yüzleşecektir.
Her ülkenin beka sorununun temelinde, işte bu, küresel beka sorununu ihmal eden bakış açısı yatmaktadır. Onun için, her devlet kendi beka sorunu hakkında stratejiler ve politikalar üretirken, böyle bir çıkmazla da baş etmek zorunda kalmakta, çaresizliklerle boğuşmaktadır..
Tarihte, zulüm görmemiş insan topluluğu bulmak mümkün değildir. Kendileri ağır zulümlerin faturasını ödemiş olan Musevilerin günümüzde en acımasız soykırım uygulamalarının kanlı failleri olarak tarihe çirkin görüntüler bırakabiliyor olması, ibret alınacak bir durumdur ve bunun nedeni Amerika Birleşik Devletleri gibi, şimdilik bir süper gücün, onların her eylemini desteklemesidir.
İnsanlık, “Ben” ve “biz” ikileminin orta yerine bir kitlesel varoluş (beka) sorunuyla yüz yüze gelmeden önce, “Dünyaya sıkışmış biz canlı varlıklar” söyleminin derin anlamını ve açılımını ciddiyetle tartışmak, ve vakit çok geç olmadan, Atatürk gibi katıksız bir Türk milliyetçisinin samimiyetle ileri sürdüğü şu düsturuna sarılmak zorundadır:
“Yurtta sulh, cihanda sulh!”
Ulusal güvenlik stratejileri oluştururken, nihai hedefe mutlaka küresel barış anlayış ve özlemi oturtulmalıdır.
Şimdilik ütopya gibi görünen bu yaklaşım eğer küresel toplantıların merkezinde tartışılmaya başlanırsa, en geç elli yıl içerisinde, güvenlik giderlerine harcanan kaynaklar sağlık ve eğitime yönlendirilebilir.

Yazarın Diğer Yazıları